Hani Rabbin meleklere: “Ben yeryüzüne bir halife yerleştireceğim” demişti. Onlar da: “Orada bozgunculuk yapacak, kan akıtacak birisini mi yerleştireceksin? Halbuki biz seni överek yüceltiyor ve kutsuyoruz” dediler. O da “Bilmediğinizi Ben bilirim” dedi. (2:30)
Ve Adem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere sunup: “Eğer doğru sözlülerseniz, haydi şunların isimlerini bana bildirin.” dedi. (2:31)
Dediler ki: “Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten sen bilensin, bilgesin.” (2:32)
“Ey Adem! Bunların isimlerini onlara bildir.” İsimlerini onlara bildirince: “Size yerin ve göklerin algılanamayanlarını bilirim, açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilirim dememiş miydim?” dedi. (2:33)
Kitabımızın buraya kadarki bölümlerinde fizik, kimya, biyoloji, tıp, jeoloji gibi doğa bilimleri alanında Kuran’ın gösterdiği mucizeleri inceledik. Kitabımızın bu bölümünde ve bundan sonraki üç bölümündeyse felsefenin önemli konularını ve bu konularda Kuran’ın işaretlerini irdeleyeceğiz.
Bakara Suresi’nden alıntıladığımız ayetlerde, Allah’ın ilk insanı yaratması ve yeryüzüne yerleştirmesi konu edilmektedir. İnsanların kan dökmeye, kargaşa çıkarmaya müsait yaratılışlarına rağmen neden yaratıldıklarını anlamayan melekler, bu kötülük problemine parmak basmakta ve Allah’a bunun sebebini sormaktadırlar. Allah, önce bilinmeyenlerin bilicisi olduğunu söyleyerek, kendisinin her yaratışında bilgelikler olduğunu ortaya koymaktadır. Daha sonra ise Allah, insanın dili kullanma yeteneğini gündeme getirmek suretiyle insanın üstün yaratılışını meleklere göstermektedir.
Kitabın bu bölümünde inceleyeceğimiz konu, insanın dili kullanma yeteneğinin önemidir. İnsanın varlık olarak üstünlüğü ile insanın dili kullanma yeteneği sıkı sıkıya ilişkilidir. 20. yüzyılda ortaya çıkan dil felsefesi ve dille bu yüzyılda her dönemden daha fazla uğraşılması dil olmadan bizim “biz” olamayacağımızı iyice ortaya koydu. Bertrand Russell bir keresinde, 1920’lere değin (Russell o zaman kırk yaşlarındaydı ve kendisini ön plana çıkaran felsefi çalışmalarının çoğunu yapmıştı) dile saydam bir olgu olarak baktığını, dili özel olarak dikkat etmeden kullanılabilecek bir aracı olarak gördüğünü söylemişti. Meşhur filozof Bryan Maggee’ye göre ise aynı tutum yalnız filozoflar için değil; romancı, şair, oyun yazarı gibi kişiler için de geçerlidir. Dilin kullanımı konusunda özbilinçlilik, aslında 20. yüzyılda gelişmiş ve bu çağın belirgin düşünsel özelliklerinden biri olmuştur.
Bu gelişme, sadece sözcüklerle yüzeysel bir ilgilenme anlamına gelmiyor, temel konulardaki inançları da kapsıyor. Örneğin dilin sağladığı soyut düşünce gücünün, doğrudan içinde bulunmadığımız gerçekliğin tüm yönlerini kavramlaştırmada ve onunla başa çıkmada, çevremizle ilişki kurmamızda, en önemli etken olduğu anlaşıldı. Pek çok kişi, bizi hayvanlardan ayıran en önemli özelliğin bu olduğuna inanır. Bu nedenle birçoğuna göre dilin öğrenilmesi ile, biz kendimiz oluruz.
Kuran, insanın olumsuz karekter özellikleri gösterebilmesine karşın bu üstün özelliğe sahip oluşunu özellikle açıklamakta ve dilin kullanımının insanlık için önemine dikkat çekmektedir. Felsefeyle ilgilenenler biilirler ki felsefedeki bir çok yeni fikir geçmişin birikimlerinin üstüne kurulur. Felsefi olarak canlı bir tartışma ortamının olduğu yerde, doğrusuyla yanlışıyla yeni fikirler gözükür. Peygamberimiz’in yaşadığı dönemde ve bulunduğu bölgede felsefi bir birikimin aktarılmadığı, felsefeye önem verilmediği ve felsefi bir tartışma ortamının da olmadığı bilinmektedir. İşte böyle bir devirde, yılların birikimi sonucunda insanların öneminin farkına iyice varabildikleri insanın dili kullanma özelliğine, Kuran’ın böyle bir gönderme yapması çok önemlidir. Oysa Kuran’ın indiği dönemde ne dilsel çalışmalar, ne de felsefi etkinlikler mevcuttu.
BEBEK KONUŞMAYI NASIL ÖĞRENİR?
Frege ve Russell’ın matematik felsefesi üzerine çalışmaları sonunda dil felsefesinin ortaya çıkışıyla sonuçlandı. “Doğru”luğun araştırılmasından, “anlam”ın araştırılmasına, oradan da anlatımların çözümlenmesine geçildi. Noam Chomsky’nin dil hakkındaki açıklamaları ise 1950’li yıllarda bomba etkisi yaptı. Chomsky’e göre insan bireylerinin zeka düzeyleri ne olursa olsun, bir dili kullanmayı becermek gibi olağanüstü karmaşık ve zor bir işi, bu konuda önceden düzenlenmiş bir öğretim görmeksizin, bebeklik yaşlarında ve bunca kısa zamanda becermeleri, sadece dilin sonradan öğrenilmesiyle açıklanamaz.
Daha önceden dilin bir alışkanlıklar, hünerler, eylem yatkınlıkları dizgesi olduğu, dilin çalıştırma, yineleme, genelleme ve çağrışım süreçleri ile edinildiği sanılırdı. Oysa dikkat edin, insanların çoğunluğuna dizgeli bir anlamda dil hiç mi hiç öğretilmez. Başka bir deyişle anne ve babaların çoğunluğu, çocuklarına önceden tasarlanmış bir öğretim vermez. Dünya’nın çoğu yerindeki insan kitlelerinin büyük çoğunluğunun nasıl eğitimsiz olduğu hatırlanacak olursa, bu nokta netleşir. Ama bebek yaştaki çocuklar yine de dili öğrenirler.
Bize göre Noam Chomsky bu konuda tamamen haklıdır. Dünya ile alışverişe başladığımız bebeklik çağında zihnimiz dil öğrenmeye hazırlanmış bir şekilde yaratılmıştır. Nasıl gözümüz Dünya’yı görmeye hazır bir şekilde yaratılmışsa, zihnimiz de dili öğrenmeye hazır bir şekilde yaratılmıştır. Işıkla buluşan göz görmeye başladığı gibi, dil ile buluşan kulak ve zihin de dili kendiliğinden öğrenmeye başlar. Humboldt’un dediği gibi “Sonlu sayıdaki aracıyı sonsuz bir şekilde kullanmak” gibi bir marifeti her birimiz bebeklik çağında ediniriz. En düşük zekalı çocuklar bile bunu becerir (Bazı zihinsel hastalıkları olanlar hariç. Onlar körün görmemesi gibi dili öğrenemezler).
Chomsky, zihnin dili öğrenmeye göre yaratılmasını ve dille buluşup dili öğrenmesini şu örnekle açıklar: “Zihnin başlangıç durumunu bir fonksiyon gibi düşünebiliriz, deney verileri girdi olarak verildiğinde, dilin dil bilgisini çıktı diye ortaya koyan, tıpkı karekök fonksiyonunun dokuz sayısı girdi olarak verildiğinde, üçü çıktı diye ortaya koyması gibi.” Chomsky’nin ifadesinden de anlaşılacağı gibi zihin bir hesap makinesinin işlemleri yapmaya hazır olması gibi dili öğrenmeye hazırdır. Zihin dil ile karşılaşınca dili öğrenir, hesap makinesinin karekök fonksiyonu da dokuzu içine alınca üçü çıktı olarak verir. Çıktının taşımakta olduğu, ama girdide olmayan her özellik, aradaki aracın becerisidir.
İnsanı yarattı, (55:3)
O’na beyanı (açıklama yeteneğini) öğretti. (55:4)
Konuşmayı, daha doğuştan Allah’ın bize verdiği yeteneklerle yaptığımızı anlamamız, dilin ilk insan Adem’e olduğu gibi bize de Allah’ın hediyesi olarak öğretildiğinin bir delilidir. Hepimiz çocukluğumuzu düşünelim. Hangimiz dili öğrenmeye azmettik? Kelime hazinesi oluşturmaya, kelimeleri kullanmaya, konuşmaya hangimiz çalıştık? Peki dil öğrenmek gibi zor bir beceri, bu bilgisiz, en aciz çağımızda, bizim hiç gayret ve azim göstermememize rağmen nasıl oluşmaktadır? İyice düşünen, bu yeteneğin doğuştan Allah’ın bize verdiği beceriler sayesinde gerçekleştiğini anlayacaktır.
DİL OLMASAYDI NE OLURDU
Dilin varlığının değerini anlamak için “Dil olmasaydı ne olurdu?” diye düşünmemiz yeterlidir. Eğer dil olmasaydı insanların devlet, şehir, köy, hatta aile kurması mümkün olamazdı. Sosyolojik hiçbir kurumun kurulamayacağı bir ortamda, insanlığın üretim yapması da mümkün olmazdı. Dolayısıyla tekstil ürünleri, arabalar, cam eşyalar, kalemler, defterler… hiçbiri var olamazdı.
Dilin ne kadar önemli olduğunu anlamamız bile, dilin ifadeleri ile mümkündür. Örneğin dilin önemini belirten bu yazı yine dili kullanmamız sonucunda oluşmuştur. Görülüyor ki insanların dili sonradan icat etmeleri mümkün değildir. Çünkü dili icat etmek ancak bir irade, bir yönelim ile mümkün olur. Eğer dilin önemi bile ancak dille ifadesini bulabiliyorsa, dilin bilinmediği bir dönemde insanlar nasıl “Haydi dil diye bir şey icat edelim” diyebilir? Dil toplumsal birşeydir. Dilin kendisinin olmadığı bir durumda toplum oluşamaz ki!
Dilin geliştirilmesi elbette mümkündür. Fakat bu dil, belli bir seviyede bilindikten sonra mümkündür. Var olan bir filizin daha büyütülmesi gibi… Dilin hiç olmadığı bir durum, tohumun olmadığı duruma benzer ki artık bir ağaç elde etmek hiç mümkün olmayacaktır. Bir kavram için bir kelime icat edildiğini düşünelim. (Nasıl olacaksa!) Bu kelime insanlarda “dil” olgusu oluşmadığı için hemen unutulmaya mahkumdur. Yazının icadı, dilin icadından sonra oluşacak bir aşamadır. Dil kavramının olmadığı bir ortamda, yazının icadı sayesinde mümkün olan birikimin toplanması ve aktarılması da imkansızdır. İnsanlarda dil bilmenin önemi de dil bilinmeden anlaşılamayacağına göre; anlık çıkartılan seslerin toplumsallaşması ve ortak kabul görmesi düşünülemez. Dil toplumsal kabulle ortak olarak kullanılan bir araçtır. Dilin olmadığı bir ortamda ise en basit yapıdaki ailenin bile oluşması mümkün olmadığından, toplum bilinci de oluşamaz. Toplum bilincinin olmadığı bir ortamda ise toplumsal bir hareketle dilin icat edilmesi beklenemez.
İnsan, doğduğu zaman canlıların bakıma en muhtaç olanıdır. İnsan çok uzun yıllar ebeveynlerine muhtaç yaşar. Dilin olmadığı bir ortamda, iletişim sağlanamadığı için aile oluşamaz. İnsanlar cinsel ilişkiye girse bile, çocuğun babası belli olmaz, ancak anne belli olur. Dilin olmadığı bir ortamda insanların cinsel ilişki ile doğum arasındaki ilişkiyi, aradaki dokuz aylık süreye rağmen kurmaları pek mümkün gözükmemektedir. Bu bağlantı bile kelimelerle düşünmemiz sayesindedir. Ayrıca insanların aile oluşturmaları, cinselliğin çiftler arasında sınırlandırılması da dil olmadan mümkün değildir. Böylesi bir ortamda çocuk ancak annesini bilebilir. Çocuğu tek başına beslemek, emzirmek zorunda kalan anne, bu işi tek başına acaba nasıl yapar? İnsanın diğer canlılarla karşılaştırılması mümkün değildir. Diğer canlıların çoğu, doğumdan kısa bir süre sonra yürür, uçar ve kendi besinini elde etmeye başlar. Ve birçok canlı türü yavrusunu koruyacak şekilde doğuştan programlıdır. Oysa dilin sağladığı kültür ve iletişim sayesinde, tüm canlıların en acizi olan insan yavrusunun, uzun yıllar süren bakımı sağlanır. İnsanın kelimeleri kullanma yeteneği sayesinde düşünmesi, diğer canlılardaki doğuştan programlanmanın yerini almaktadır.
Eğer insanlar ilk yaratıldıkları dönemden itibaren dil bilmeselerdi, tahminimizce Dünya’daki yaşamlarını sürdürmeleri çok zor olurdu. Ayrıca kanaatimizce hiç dil bilmeyen insanların, dili sonradan icat edecek kabiliyet ve iradeye sahip olmaları mümkün değildir. Bu sorunlar tek bir şekilde çözülebilir. O da, ilk insandan beri konuşmayı bildiğimizi kabul etmek şeklindedir. Kuran’ın ilk insanın konuşmayı bildiğini söylemesi, tüm bu veriler açısından da önemlidir. İnsan dili öğrenecek zihinsel yetenekle, dili duyacak kulakla, cevap verecek ağız ve dille yaratılmıştır. Ne insan zihninin mükemmel yaratılışını, ne de kulağımızın, ağzımızın, dilimizin harika ve kompleks yaratılışlarını tesadüfle açıklamaya imkan yoktur. Tüm bunlarla beraber Yaratıcımızın ilk insana dili öğretmesi de bizim bugünkü varlığımız için gereklidir. Daha uzun detaylara girmemizi gerektiren bu konuyu ilerideki kitaplarımızda incelemeyi düşünüyoruz. Bu bölümde incelediğimiz ayetlerde; ilk insana, dilin öğretilmesinin vurgulanmasını çok önemli bulduğumuzu söyleyerek, bu bölümü noktalıyoruz.
Adem, Efendisinden kelimeler aldı… (2:37)